Bu Blogda Ara

30 Ocak 2014 Perşembe

Denizde dans



Abartılı haller dışında ki bu çok istisna bence, ünlülerin toplumu bilinçlendirme, bir konuya dikkat çekme gibi bir sorumluluğu olduğunu düşünenlerdenim. Ne yazık ki bazen, iki kişinin söyledikleri aynı olsa da bildiğimiz, güvendiğimiz, tv'da sıkça gördüğümüz kişilerin ağzından çıkanlar daha etkili olmakta. Yunus örneğinden yola çıkarak tüm hayvanların yaşam alanlarında özgür bırakılmalarını destekliyorum. Bu filmden haberdar değildim ve içindeki bazı bilgilerden de. Burayı takip eden bir Dost'umun ricasıyla izledim ve bilgilendim, kendisine teşekkürlerimi sunarım. :) 



Barış abi


   
   Özlemişim Barış Manço'yu. Açtım şarkılarını hemen; o her zaman duyduğumuz, bildiğimiz değil de böyle şarkısı da mı vardı, diye inceden hatırladıklarımızı dinlemek istedim. Ölüm yıldönümü yaklaşmışken acısı içime doğmuş olsa gerek...Mayıs ayında çıkan İmza:Karın kitabında eşinin ona yazdığı hüzünlü bir mektup da bulunmaktaydı ve bu kitapta yer almayacağım İmza serisinin üçüncüsü İmza:Ben şubat sonu gibi çıkacak, hatırlatmakta fayda var. 

26 Ocak 2014 Pazar

Persona


                                                  
 Bilinçakışımı durdurmasın diye karalama mahiyetinde yazdığım şekli daha samimi geldiği için değiştirmedim her ne kadar imla kısmı beni rahatsız etse de,affola...

   Yıl 2008 olmalı adını ilk duyduğumda.benim için çok da umut vaad etmeyen sıkıcı filmler kategorisinde anlatıldığında fazla ilgimi çekmemişti açıkçası.sonradan geliştirmek istediğim sinema izleme/anlama potansiyelime faydası olsun diye ve izlemeden ölmemem gerektiği kafama yıllar içinde kazındıkça bugünkü cesareti bekledim hep.meğer anlatıldığı kadar sıkıcı,donuk,anlaşılmaz değilmiş. ya da hep savunduğum tam zamanıymış.hem bilgisel hem de duygusal altyapımın tamamlanması gerekiyormuş.
   
  bugünlerde psikiyatri stajını alan ev arkadaşımla, bir sınavı daha atlatmış olmamın verdiği yorgunluğa ödül olarak izlemeyi teklif ettim ki kendisinin sinema bilgisi üst düzeydedir. kanayan yaram psikiyatriye tuz basmamasını umarak izlemeye koyulduk.
   
   o nasıl bir filmdi öyle.bir kere bana anlatılandan çok farklıydı.ilk dakikadan itibaren konusuyla, beni içine aldı.gitgide, filmin içine girdiğimi hissettikçe de neler olacağını merak edip durdum. 1966da tabii siyah beyaz çekilen filmde, topu topu 4 oyuncu var, belki bu da dikkatimizin dağılmamasında etkendir diye düşünüyorum.
   
  başlarken,biterken ve aralarda yönetmenin koyduğu birtakım imgeler var bunların da bazılarına anlam veremedik, en son cevaplandıramadığımız için içimizin içimizi yediği şey de budur bir an Bergman'a da soramıyoruz ki adam artık yaşamıyor raddesine geldik neredeyse. zaten yönetmen sanki kafamızda sorular dönsün, kesin cevap bulamayalım diye çekmiş bu filmi.belki de güzelliği buradadır diye düşündük hatta bu kült filmin.

   hastaneye genç,güzel bir kadın yatırılıyor-psikiyatri kliniğine. aktris Elizabeth Electrayı oynarken birden susuyor, sonra gülmeye başlıyor fakat o günden sonra da hiç konuşmuyor. kendisiyle ilgilenmek üzere bir hemşire, Alma görevlendiriliyor. A. ilk günlerde ne yaptıysa konuşmayan E. le A.yı doktor yazlık evine gönderiyor. zaman geçtikçe birbirine ısınan iki kadın E. konuşmamasıyla günlerini geçiriyor lakin A. bir akşam içerken E.e içindekileri dökmesiyle farklı bir boyut kazanıyor. A. de anlam veremiyor daha yeni tanıdığı bu kadına güvenip adeta içindekilerin ağzından çıkmasına, onun için ne denli önemli, içini yiyen bir kurt olduğuna. ertesi gün E. dr.a mektup yazıyor bunu da A. dayanamayıp okuduğunda kendisinden bahsettiğini görünce E.e olan güveni sarsılıyor. içinde ona karşı öfke, nefret, hırs birikiyor ve gidip bunun öcünü almak istiyor. E. yine sessizliğini bozmadan A.ysa monologlarına devam ediyor. belki de karşısındakinde tanıyor kendini... yönetmen bu aşamadan sonra kişilik bölünmesini gerek çekimleriyle gerekse oyunculukla öyle güzel veriyor ki bunu yaşayan insan çıldırmaz da ne yapar diye soruyorsunuz kendinize. bu gibi soruları psikiyatri stajını alırken de sorduğum için belki de birçok insanın kastettiği yıkıcı olmaktan çıkıyor film benim için. Filmi izlerken E.in bölündüğü karakter A.oluyor fakat bittiğinde düşünüyorum, Alma'nın içindeki bu güzel, yetenekli kadın olma isteğini E.i görünce bilincine gelip onu adeta parçalamak, yok etmek isteğiyle dolup taştığını gösteriyor da olabilir...Biz de öyle yaptık zaten film bitti, belki bir film süresi daha konuştuk, nette de gezindik, düşündükçe okudukça başka başka yerlere gittik, başka ayrıntıları fark ettik. Katman katman çözüldüğünü hissettikçe daha da büyüdü film gözümüzde, iyi ki izlemişiz dedik. 
   
   Tavsiyemdir, "ne anlatıyor"dan çok "nasıl anlatıyor" u görmek için, söylenmeyenleri hissetmek, belki de kendinizde farkedemediklerinizi görmek için!

19 Ocak 2014 Pazar

Yeni yeni...



Bir arkadaşım paylaşınca dinledim bu şarkıyı, konserlerinde söylememişlerdi oysa ne güzelmiş. Sahi biz eskiden nasıl öğreniyorduk şarkıları, farklı müziklerden nasıl haberimiz oluyordu? Şimdi her dakika içinde olduğumuz sosyal ağlarla da örülmemişti o zaman etrafımız halbuki...



                                                     2012 İzmir Kitap fuarında çektiğim Kürk Mantolu Madonna'yla S.Ali

   Yeni yıl bereketli geldi. İlk günlerde aylardır sürüklenen romanımsı kitabımı bitirip başka bir kitaba da "okundu" tikini atmış oldum. Hiç aklımda olmayan, bir arkadaşın elinde gördüğüm bunu da okumam gerekiyor dediğim bir kitapla; Sabahattin Ali-Kuyucaklı Yusuf ile.

   Yazarla ilk tanışmam Narçiçeğimin bana hediyesi Kürk Mantolu Madonna ile olmuştu. Çok severek okursun, hala okumadıysan okumalısın, dediği kitaptan gerçekten de umduğu tadı almıştım. Bir kitapsever olarak sanırım nadirdir birine önerdiğiniz kitabın değerini bilerek ya da aynı hazzı alarak okumak... İlk fark ettiğim 1930'lu yıllarda yazılmış fakat günümüz diline oldukça yakın oluşuydu. Bu anlatım dilinin sadeliği Kuyucaklı Yusuf'ta da ön planda. Konuya gelirsek, ailesini küçük yaşta kaybeden Yusuf'a kaymakam sahip çıkıyor ve bundan sonra babası bildiği adam ve ailesiyle şehir şehir dolaşarak büyüyor. Bu esnada kendini etrafa kabul ettirişleri, dönemin yaşayışları, insanların kontrolde tutmaya çalıştığı duygularını okuyoruz. Detaya girmek istemiyorum çünkü güzelliği ayrıntılarında... Defalarca "Bazı şeyler nasıl da hiç değişmiyor" dediğim hüzün dolu ama bir o kadar da keyifli ve merak uyandıran bir okuma süreci geçirdim. 221 sf'lık bu kitabı okumayı geciktirdiğim için de kendime kızdım. 

   Hiç adetim olmadığı halde şu paragrafı saklamak, ileride anımsamak üzere yazmaktan kendimi alamadım, umarım benim için de bir alışkanlık olur artık :) bu not alışlar...
   "...Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi önlerine ilk çıkanla evlenirler..."

10 Ocak 2014 Cuma

Bir süreliğine



   Var olacak bu yazı. Zamanı geldiğinde kendini imha edecek(etmemesi temennim tabii). Nereden nereye geldik biz, peki ya nereden nereye geldim ben?
Vuslata bir günden az varken, kalan saatleri saymak...Uyuyamamak...Yok yok bir an önce uyusam da zaman çabuk geçse demek...Yastığın köşesine sinen kokusunu bulmaya çalışmak... Benim yapacağım şeyler değildi bunlar, ne yaptın bana söylesene sevgili?

5 Ocak 2014 Pazar

Geç kalmış dilekler



   Yeni yıl coşkusu uyanırken içimde tarih aralık ayını gösteriyordu. Yine yeni zorlu bir staja daha başlıyorduk. Biraz olsun uzaklaştım olan bitenden, ne kadar olabilirse. Nihayet bitebildi; geçtim diyebilmenin güzelliğiyle. Sonra bir başkası başladı, hafiflemiştim, derken yine sınav vakti geldi çattı günlerden 31 Aralık'tı. Nöbet arası kısacık görüşebileceğimiz sevdiğimi bulmuşken dışarıda güzel müzik eşliğinde bir yemek yiyelim dedik. Meğer bir düğün yerine gitmişiz bilmeden, fiyasko! Birbirimize sesimizi duyurmaya çalışırken girmişiz yeni yıla, tüm yorgunluklarımızı atamadan ama Leyla Leyla  :) .

   Hal böyle olunca dileklerimi bir bir yazmak bugüne kaldı. Tutup da kuş kondurmayacağım elbet ama yazarsam daha bir gerçek olacak sanki kafamdakiler yoksa uçup gidecekler...

   Her şeyin başı sağlıkla,
   Evimdeki huzurun eksik olmadığı,
   Güzel anlarımıza nazarların değmediği :)
   Umutlarımı yitirmediğim,
   Hayallerimin yıkılmadığı,
   Bol kitaplı, filmli, konserli, gezmeli,
   Kendime yakışan uzmanlığa karar verebildiğim,
   Bol sürprizli,
   Üzerimdeki ataletten çabucak sıyrılabildiğim,
   Sevdiğimin nöbet listesinin bana da uyabildiği,
   Yazmaya daha çok vakit ayırabildiğim,
   Mesleki beceri,deneyim ve başarılarımın arttığı bir yıl olsun. Ayrıca ülkemde olan bitenleri görüp de uyanmayan insan kalmasın, güzel günler görmemiz için çok geç olmasın!
 

4 Ocak 2014 Cumartesi

Aşk ve sanat

   


   Belgradlı Marina Abramovic ve Alman Uwe Laysiepen adlarında iki sevgili, 1980 yılında geliştirdikleri ortak bir projeye göre Çin Seddi’nde karşılıklı olarak yürümeye başlayacak ve tam ortada buluşup evleneceklerdi. Çin Hükümetinden izin alabilmeleri sekiz yıl sürdü. Ama bu sekiz yıl içinde ilişkilerini bitirmeye karar verdiler. Proje biraz değişti: performans sonunda evlenmeyecekler, ayrılacaklardı. İkili, doksan gün süren yaklaşık iki bin kilometrelik yürüyüşün ardından ortada buluştu ve ilişkilerini bitirdi.”  (Bilmeniz Gereken 50 Çağdaş Sanat Çalışması, TEMPO, Ocak 2011)

   Kendimi o kadar da kültür sanat takipçisi diye bilirim ama belki de yüzyıla damgasını vuran bu olaydan yeni haberdar olduğumu utanarak yazıyorum. İki sanatçı düşünün, iki sevgili aynı zamanda, birbirlerinden beslenen. Birbirinden ilginç projeleri, sergileri olan. Günün birinde ayrılık ve akabinde de yine yaratıcılıklarının konuştuğu bir kavuşma sahnesi. Beklenenin beklenmedik zamanda gelişiyle canlanan duygular...Gözyaşlarıyla izledim; neden ayrılık, neden onca yaşanandan sonra bir çırpıda silmek hala izleri tazeyken?..diye sormaktan kendimi alamadım.

Belki de hiç yaşanmadı böyle bir şey baştan sona kurguydu... İlla yaşananlardan mı etkileniyoruz yoksa bizi etkileyenleri mi sahneliyorlar bize yaşantılayarak? Ama ya hislerimiz? En azından onlar gerçek öyle değil mi... Zaten sanat değil miydi ki insanı birbirine yaklaştıran, başkalaştırıp olgunlaştıran, içinde kendimizi gördüğümüz bir dipsiz kuyu; başka söze ne gerek var...

1 Ocak 2014 Çarşamba

Dönmek üzere...



Bir uğradım, şimdi gitmek zorundayım, en kısa zamanda döneceğim buraya, şu kemiklerin işini bitireyim de :)
Yılbaşında şöyle kulaklarımızın pasını silen fasıl havası yaşayamadığımızdan olsa gerek aklıma düşeni dinleyelim bu sırada.