Bu Blogda Ara

28 Kasım 2014 Cuma

Çünkü Onu seviyorum



   


   Birsen Tezer şarkısını tekrar seslendirmese bu filmden de haberim olamazdı sanırım. İlhan Şeşen de başrolde üstelik. Beş farklı yönetmen ve öykünün ortak yanı aşk... Böyle güzel kısa filmleri izledikçe şaşıyorum bir çırpıda anlatabilmelerine böylesine yoğun duyguları...

19 Ekim 2014 Pazar

Berberin kocası

                          

   Birkaç yerde görüp tavsiye listeme aldığım bu filmi seyretmeye karar verdik dün gece. Oldukça değişik olan bu Fransız filmini izlemek için bu kadar ısrar etmeseydim ilk 15 dakikadan sonra bile kapatır geçerdim. Küçüklüğünden beri berberlere özel bir ilgisi olan çocuğun saplantılı aşk hayatını izliyormuşuz gibi geldi başta. Basite indirgersem "sapıklık" addettiğim davranışlarını izleyerek geçecek sandığım filmde esas kızla yaşanan esaslı ilşkisi başlayınca taşlar yerine oturdu yavaş yavaş. Güzel diyaloglar, izleyene geçen samimi duygularla oluru alsa da uykuya yenik düşüp son 15 dakikası izlenmeden kaldı. Bugün de sinema dağarcığı benden geniş olan arkadaşımla konuşurken yaşadığım hayal kırıklığını anlattım ona, o da şaşırdı bu duruma; galiba zevkler ve renkler hakikaten farklıydı! Az önce içimdeki eksik kalanları tamamlama isteği baskın çıktı ve film bitti. Öyle bir sonla bitti ki tüm bu yargılarımı alıp götürdü. Neden hakkında tavsiye verildiğini anlamış ve hak vermiş oldum. Aşk, evlilik, tutku nasıl bir arada kalır, kalmalı mı diye düşünürken buldum kendimi gözyaşlarım düşmek üzereyken...       

16 Ekim 2014 Perşembe

Bulanık



Dün gece "sanki bildik yüzler" kategorisine bir kişi daha ekledim rüyamda. Uyandığımda içim ısınmıştı soğuyan güz sabahına inat. Hep karşılaşıyormuşçasına yüzünü gördüğüm adam ilkti.Yıllar sonra kayboldu, yerine ara ara beliren güzel mi güzel bir kız bebek/çocukla şirin mi şirin sevgi dolu küçükadamı bıraktı. Sevdiğimin gelmesiyle sanki o adamın kaybolduğu suratı böyle çocuklarda birleşiyordu zaman zaman. Tuhaf ama akıyordu sevgimiz, karşılıklı. Bebeğin karşısında ilk gördüğü anne gibi gözlerimi görüyorlardı karşılıklı şükür edercesine. Birbirine iyi gelmek gibi ya da iyi ki geldikleri için mutluydum. Tuhaf; tam da sağlıklı çocuk beklemek, sağlıklı çocuk doğurmak ve yetiştirmek ne kadar zor dediğim zamanlarda! 

28 Eylül 2014 Pazar

Bekledim de gelmedin



Beklentilerimi en aza indirme konusunda kararlıydım oysa ki uzuuun bir süredir. Gel gelelim söz konusu kişiler çok yakınımdakiler olunca durum değişiyor ister istemez. Nasıl değişmesin; canınızın içinden bir parça olarak gördüklerinize dış kapının mandalıymışçasına "amaan olduysa nolmuş" denemez sanırım. 

Bekleyip de gelmemek mi, yaşanan hayal kırıklığı mı daha ağır bilmiyorum. Bundan sonrası daha da fena. Bu hayal kırıklığının tekrarlanacağı korkusuyla devam edebilmek(?), olan oldu deyip çekip gitmek; gitmekle olan biten hafızadan silinir mi peki?

17 Eylül 2014 Çarşamba

Özlediğim




   Ah İstanbul...
   Tam da şu ara "özlemedim seni, alıştım buralara, artık uzaksın bana, tercih etmiyorum, bir ara uğrarım tabii, ne yazık ki çok kalabalıksın..." derken, bu şarkıyı dinledim ve seni ne kadar özlediğimi anladım. Elle tutulur herhangi bir şeyim kalmasa da sende, sevdiklerim bir bir başka yerlere taşınsalar da emin oldum artık bir şekilde bağlanmışım sana. Aramızda yüzlerce km. varken burnumu sızlatan anıların hala taze.
   O günler uzak da olsa bir gün yine sana kavuşmayı bekleyeceğim!

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Bıktım

kendimden; kendi ürettiğim bahanelerden.
sıcaktan bunaldım.
tüm enerjimi çekip almasından yoruldum.
yeni durumuma alışmaya çalışırken bkz.intörn olmak, sadece kendini düşünen insanlarla hayatıma devam edecek olma gerçeğinden korktum.
isteksizim hedeflerimi gerçekleştirmede.

durasım var sadece yatasım, mayışmış bir şekilde yatakta; yok kitap falan da okuyasım. tam hızımı almışken en hevesli yerinde, yarım bırakılmış bekletmekteyim romanı.
tüm bunların bahane olduğunu bilip de yine kendime kzıyorum.

tatilsizlikten hep bunlar...ama maşallah bi yerimde de oturmadım, böyle dediğime bakmayın. Çat eski dostlar buluşuyoruz hoop Çeşmedeyim. yok sevdiğimi özledim, bu geceyi ona ayıralım.
araya ing. kursu sıkıştırmayı ihmal etmedim. dedim İstanbul'daki günlerini hatırla, ne kadar sıkışık o kadar işi bitmiş say.

sonra okul arkadaşımız, ardından sürekli seslerini duyduğum üst komşumun vefat haberi beni kendimden geçirdi.
vay efendim, dünya boş, sevdiklerimize, kendimize zaman ayıralım falan. hayır sanki başkası zorladı beni burada olmaya. kendin istedin kızım, gerektirdileri neyse ya pa cak sın!

neyse araya hasta iletişimi girer çoğu zaman, bi kendine gelirsin falan dersin ki tamam az kaldı bak olacak; "hemşire değilim dr.um ben" cümlesini de eksik etmeden.

tatil yapamamıştık ya hani, hazır havalar da sıcakken gidelim bari denize iki yüzer geliriz, deriz ama ne mümkün bunu da bir kenara atalım diyebilmek,benim aklımdan yine çıkmıyor ki, eve vardığımdan beri "bir daha ne zaman gidebiliriz" planları...daha büyük ve uzun seyahatlerden bahsetmiyorum bile, yoksa küçük çaplı bi depresyon sebebi!

tarihi unutmayalım; evet ilk ing. sınavına 15 gün kalmış, kelimelere baksak yetermiş, hangi biri ne kadar akılda kalıyorsa...
aa tarih demişken 15ini geçirmişiz, ilk maaş avuntumuzu da alıp sevindik mi, bizden mutlusu yok...
tabii onun da gideri belli ya neyse...reel yaşama dönüyoruz mecburen.

aslında olacak belli, sanki ilk kez yaşıyormuşum gibi bu zorunlulukları can sıkmaya gerek yok. kursa gidilecek, aralarda çalışılacak, minimum sosyal hayat maksimum özveri.
Bu kadar basit!

1 Haziran 2014 Pazar

Yağmurla gelen



   "Bu yağmurlu güne en yakışanı bulduğun her öykü kitabını suya kanar gibi okuyup bitirmek bir oturuşta" diye yazmıştım yaklaşık bir ay önce Twitter'a. Doğaya ne kadar verimli olduğunu kestiremem bu yağmurların ama benim okuma saatlerime elverişli olduğu kesin. Okuduklarımı kaydetmeye yetişemedim diyeyim, siz anlayın. Şaka bir yana güzel bir öykünün tadına varınca insan yeniden yeniden başlamak istiyor bir başkasına. 


   Anlatacağım öykü kitabı uzun zamandır meslektaşım olması vesilesiyle takip ettiğim selgingb 'ye ait; İğneler. On dört öykünün her birinde bir iğne çeşidi yer almakta. Öykülerde bir kış havası bana eşlik etti yaşanmış pazar huzursuzluğuyla beraber. Çok tanıdık karakterlerle selamlaşıp, hiç rastlamadığım, bilmediğim insanları tanıyıp sayfaları çevirdim. Huyum kurusun aldığım gibi karıştırmaktan kendimi alamayıp sıra nedir dinlemeden okumaya başladım: Ses, Harita, İğde, Ayaz, Kelebek, Emekli Aylığı, Ziyaret, Dekolte, Gülru, Süt, Kar, Nasip, Guguklu Saat ve O Şarkı. Son okuduğumdan mı bilmem ama O Şarkı öyküsünün tadı damağımda kaldı...Böylece yeni bir yazar daha katıldı kitaplığıma ve ilk kitabı Lezzetli Öyküler de alınacaklar listeme :) . 

30 Mayıs 2014 Cuma

Bir Evlilikten Manzaralar


   Bazı nesneler vardır sizde anıların sayfasını açabilir. Ben de dün şöyle bir şey gördüm:
                               

Ve aniden Issız Adam'daki Ada'nın alt üst olduğu ana gittim. Ardından nette gezinmeye devam ettim, onu unuttum ya da ben unuttuğumu sanarken aslında bilinçaltımda bir şeyler canlandı bilemiyorum.(Yaşadıklarıma gizemli bir hava vermeyi severim) Uzun zamandır ne gördüğüm ne de konuştuğum bir arkadaşımla yazıştık, yine bir araya gelince illa ki değindiğimiz kadın erkek ilişkilerine değindik artık onlar değil biz-siz çerçevesinde. Ardından kendimi Bergman'ın "Bir Evlilikten Manzaralar" filmini ararken buldum. Ha tabii bunda Ayfer Tunç'tan şu okuduğum yazının payı da büyük. Uzuunca aramadan sonra nihayet filme ulaştım fakat 169 dk.uzunluk gözümü korkutmadı değil. Vazgeçmem halinde ders çalışma gerekliliği doğacağından, ders çalışmamak için yapılan hareketler felsefesine tabiki sadık kalacaktım. Zaten bu uğurda da uzun gibi görünen zaman nasıl geçti anlamadım, vallahi!
   

 Film, bir on yıldır evli bir çiftin röportaj verişiyle başlıyor. Evliliklerinin ne kadar iyi olduğunun reklamı olacak cinsten. İkisi de belli entelektüel düzeyi olan insanlar; kadın aile hukukçusu iken erkek de psikoteknik alanında araştırmacı.Derken bir gece seyahatten döndüğünde adam, eşine ondan ayrılmak istediğini söylüyor çünkü genç bir kadına aşık olmuştur. Bu esnada adamın kızgınlığı göze çarpıyor, altında bastırmak istediği suçluluk duygusuyla. Acele verilen bir karar olduğunu düşünen karısını tersliyor, çünkü bir an önce terk etmeli evi, ona karşı hissettiklerini fark ettirmeden oradan gitmeli. Ayrılma işlemleri sürerken birbirlerini görmüyorlar fakat adam döndüğünde aralarındaki çekime de karşı koyamıyorlar. Özlem bastırırken iyice adam taze aşkının da bir kadın olduğunun farkına varıyor aslında ve evlilikte yaşanan sorunların başka suretlerde yine karşısına çıkabileceğinin. Aşk, tutku gibi duyguların bir çırpıda silinemeyeceğini izleriz biz, yavaş yavaş eski eşin gizlice buluşulan aşık yerine geçtiğini... 
  
   Adamın aldattığını açıkladığı sahne var bir de; kadın naif, hiçbir şeyden habersiz eşine yiyecek bir şeyler hazırlamış, kendi de atıştırmaktayken duydukları karşısında adeta boğazı düğümleniyor. İşte orada zihnim yine durmuyor, eskiden izleyip de içimi parçalayan başka bir film sahnesine gidiyor. Ve o filmin yönetmeni bu sahneyi çekerken Bergman'dan mı etkilendi diye sormadan edemiyorum. O film; evet Issız Adam!

    

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Son günler=zor günler




Gün geçmiyor ki rahat bir nefes alalım güzel ülkemizde. İhmal, cinayet, adam kayırma, sebepsiz ölümlerden kahrolurken ne tam anlamıyla yaşayabiliyoruz ne de keyif kalıyor bizde giden Can olunca...

13 Nisan 2014 Pazar

İmza:Ben çıktı!



Bu güzel üçlemenin bir parçası olmaktan büyük mutluluk duyduğum serinin son kitabı çıktı, hatta ilk baskısı tükendi. 21 Nisan'daki İzmir Lansmanı'nda, olmazsa 22 Nisan TÜYAP İzmir Kitap Fuarı Destek Yayınları standında buluşmak üzere :) 


KOLEKTİF KADIN MEKTUPLARI SERİSİ NOKTAYI KOYUYOR:
“İMZA: BEN”
Kadınlara son bir söz söyleme fırsatı sunulursa…
Babalara yazılan mektuplardan oluşan “İmza: Kızın”la başlayan serüven, geçen sene bu zamanlar kocalara, eski eşlere, hayali prenslere yazılan mektuplardan oluşan “İmza: Karın” ile devam etmişti. Seri, kadınların “İmza Ben” diyerek imzaladıkları ve “son bir söz” söylemek istedikleri kişilere yazdıkları mektuplarla sona eriyor. Canan Tan, Cemre Birand, Çiçek Dilligil, Derya Baykal, Ece Vahapoğlu, Esra Harmanda, Nazlıcan Özkan, Sevinç Erbulak, Şafak Pavey, Yonca Tokbaş  gibi 154 kadının geçmişleriyle, gelecekleriyle, kendileriyle, sevdikleriyle, sevmedikleriyle hesaplaştıkları mektupların  bir araya gelmesiyle ortaya çıkan “İmza: Ben”, kitapseverler ile buluşuyor.
Kitapta mektuplarına yer verilen kadınlar, serinin ilk kitabı “İmza: Kızın” derken hayatlarındaki ilk erkek olan babalarına mektuplar yazmışlardı. Yanlarında olan, olmayan veya bir kez dahi göremedikleri babalarına. Kimi teşekkür etti, kimi kırgınca “Sana ihtiyacım vardı. Neredeydin?”dedi. Kimi erkenden göçüp gidenlerin arkasından gözyaşı dökerken, bir baba gölgesi bile hissetmeyenler “Kulağıma küpe olacak bir sözünüz bile gelmiyor” diye hesap sordu.
Sonra kız çocukları büyüdü, hayatın içinde kadın olarak durmayı öğrendi. Bu sefer “İmza: Karın”’da sözümüz “o adama”ydı. “Ruh eşim” deyip aşkla dolu olandan “Mezarına gelip bu mektubu okuyacağım” deyip nefretini kusana kadar geniş bir yelpazede mektuplar yazıldı.
154 kadın, noktayı İmza: Ben diye imzalayarak koyuyorlar. Kime, ne diyecekleri varsa onu diyerek. İmza : Ben’de sevgi bulacaksınız. İmza : Ben’de öfke bulacaksınız. İmza: Ben’de şükür, azim, korku bulacaksınız. İmza: Ben’de hayatın ta kendisini bulacaksınız.
Yazarlarının en saklı hayallerini okuyacağınız kitabın geliri, serinin diğer iki kitabı gibi yine çok güzel bir amaca hizmet için ayrılıyor.  İmza: Ben kitabının telif geliri, görmeyenlerin dünyasında da minik de olsa bir ışık yakabilmek hedefiyle, bu yıl 10. Yılını kutlayan Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı’na (TÜRGÖK) bağışlanıyor. Kitabın ayrıca sesli kitap versiyonu da görme engelliler için TÜRGÖK tarafından oluşturuldu.
Yaşama bir kez daha kadın gözünden bakmak, yüreğinden geçenleri anlamak isterseniz İmza: Ben size eşsiz bir fırsat sunuyor.

 TÜRGÖK HAKKINDA
Görme özürlülerin eğitimleri ile kültürel gelişimlerine ücretsiz hizmet eden, Türkiye’nin ilk ve tek görme özürlüler kitaplığı TÜRGÖK( Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı); yurdumuzda yaşayan görme özürlüler ile yurt dışında yaşayıp da Türkçe bilen görme özürlülerin, yazılı kaynaklara erişimini sağlamak üzere 2004 yılında İzmir’de faaliyete geçmiştir. Görmeyen kişilerin Türkçe okuryazarlık oranını arttırmak, eğitim ve kültürlerine katkıda bulabilmek ve bu amaçla yaşam kalitelerini yükseltmek amacıyla Av. Gültekin Yazgan tarafından kurulan TÜRGÖK, 5000’i aşkın görmeyen üyeye hizmet vermektedir. Kitaplık hizmeti alan  görmeyenler bu vasıta ile kendi kitaplıklarını da  oluşturmaktadır.
Üyelerine sesli ve kabartma (Braille) baskılı roman, ders kitabı, ÖSS, KPSS, SBS, açıköğretim  (lise, ilköğretim) soru bankaları ve sınav testleri  hazırlamaktadır. Ayrıca aylık yayın organları olan; ilköğretim 1. kademe öğrencileri için “Yavru Balarısı” (Braille Kabartma)dergisi 2. kademe öğrencileri için “Balarısı” (Braille Kabartma) dergisi, lise öğrencileri ve yetişkinler için de sesli MP3 formatında “Arkadaş” dergisi hazırlanarak ücretsiz olarak kargo ile adreslerine gönderilmektedir.
Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı, Türkiye’nin her yerine, ayrıca İngiltere, Hollanda, Kıbrıs, Amerika,Almanya’ya ücretsiz ve geri iadesiz hizmet vermektedir.
Tüm bu hizmetler, sayıları 500’ü aşan gönüllü destekçi ve bizlere kuruluşundan itibaren destek olan sponsorlar sayesinde üretilmektedir.
www.turgok.org

11 Nisan 2014 Cuma

Tercih meselesi





   
   Raftan beğenip de satın aldığımız ayakkabı kadar emin miyiz ki seçimlerimizin istediğimiz gibi çıkacağından?..

10 Nisan 2014 Perşembe

Ol-mak ya da ol-ma-mak



   Ara ara aklıma eser merak ettiğim oyunların şehrime gelip gelmeyeceğinin durumunu sorgularım. Yaklaşık altı yıldır görmeyi beklediğim oyunlardan başı çekiyordu Hamlet, tarihi de uygun olunca şansıma bilet bulabildim. Oynanacağı yerin Konak'taki Sakıp Sabancı Kültür Merkezi olduğunu görünce sevinmeme rağmen, oyun hakkında neredeyse tek eleştirimin bu konuda olacağını bilmiyordum. Salon basık, havalandırma yetersiz ve akustiği kötü bulacağımı hiç düşünmemiştim; demek ki diğer organizasyonları genellikle AKM'de izlememin geçerli bir sebebi varmış. 

   Modern bir Hamlet yorumuydu bu. Daha anlaşılır, sade, günlük dilden esintiler, yer yer göndermeler içeren heyecanınsa eksilmediği bir oyun. Klasik tiyatrolarda izlediğimiz öğeler olmayınca "oyun" olarak adlandırmak daha uygun geliyor bana. Oyunculuklarsa beklentimin üzerindeydi hakikaten kısa sürede ünlenmelerine şaşırmamak gerek; başrol oyuncusundan yan rollerine kadar. Başrol Onur Ünsal'ın rahatlığını, sahneye hakimiyetini, kendine güvenini ayrıca sevdim. Böylece alttaki fotoğraftan doğduğunu düşündüğüm Hamlet merakım her ne kadar bu sahne yaşanmasa da dün gece giderilmiş oldu. Keşke bu oyunu Türkiye'de ilk sahneleyen değerli sanatçı Cüneyt Gökçer'den de izleyebilseydim, onu da rahmetle anıyorum bu vesileyle.  



6 Nisan 2014 Pazar

İşte O an




   Can Dündar'ın belgeselciliğini severim. Ne de olsa Sarı Zeybek'le büyüdük biz. Şimdi o günlere bakınca pek anlamadığımızı düşünsem de Ata'ya olan saygı ve sevgimizin artmasına katkısı yok sayılamaz. Tamamını yine youtube'tan bulabileceğiniz Yüzyılın Aşkları belgeselinin Melih Kibar-Çiğdem Talu bölümündeki İçimdeki Fırtına şarkısının hikayesine denk geldiğim andan beri birileriyle paylaşma arzusuyla dolup taşıyorum adeta: M.K uzak diyarlara bir yolculuk yapar o an çıkan fırtınayla belki de hayatı tehlikeye girecektir. O sırada bestesini yapar, Ç.T'ya gönderir. O da bestenin üzerine bilmeden sözleri yazıp M.K'a geri yollar...
Yıllar sonra da teknoloji denen meretle uğraşırken insanoğlu böyle şaheserlerin nasıl yaratıldığına tanıklık eder işte!  

12 Mart 2014 Çarşamba

#berkinelvanölümsüzdür


   Ne desem boş, ne söylesem çok da bir anlamı yok, biliyorum. Çünkü hiçbir şey olanı değiştirmeyecek, hiçbir çırpınma o çocuğu geri getirmeyecek. Bizim yüzyıllık atasözlerimiz der ki "Evlat acısı gibi koydu", yani bundan daha büyük bir acı yok. Oysa siz, her şeyin en iyisini bilen, bunu da bilseydiniz ya, bilseydiniz de bugünleri görmeseydik...

7 Mart 2014 Cuma

Bir şair bir yalnızlık bir ölüm




Uyarıyorum; fena halde hüzün, gözyaşı içerir! 
Gece mece demeden dinlemeye kalkışırsan olacağı bu işte. Daha önce alıştığım Timur Selçuk yorumundan değil bestecisi Münir Nurettin'den dinlemek istedim. Üstüne sözleri Ümit Yaşar Oğuzcan'a ait şiirin hikayesiyle ilgili varsayımları da okuyunca al sana katmerli gözyaşı... 

Efsaneleri severiz, daha doğrusu acıya taparız milletçe. Gitgide doğu toplumlarının bu özelliğini aldığımızı, topraklarımızda yaşanıp içimizde var olanı yadsıyamayacağımızı onaylar oldum, şimdi yazacaklarımın olasılığını kabul etmeye daha bir meyilli olduğumuz için:
Rivayet odur ki Ümit Yaşar karamsar bir şairimizdir, hayatla bir takım alıp veremedikleri olsa gerek yirmi üç kez intihara teşebbüs ettiği söylenir. Bunlardan etkilenen oğlu da gidip Galata kulesinden kendini atar ve avucunda "intihar öyle edilmez, böyle edilir yazılı" son sözlerini bulurlar. Bu zamandan sonra daha da yıpranır ve yazdığı şiirler de bu acıyı taşır bkz. Galata kulesi .

 ''beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, 
denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın, 
öylesine yıktın ki bütün inançlarımı; 
beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın..''

Kimilerine göre oğluna kimilerine göre yine melankolik ruh haliyle yazdığı bu sözler her ne sebeple olursa olsun çok ama çok güzel; eşi benzeri olamayacak kadar, her dinleyişte yalnızlığın acısını duyacak kadar. Bazıları liseli, ergenlere hitap eden şair diye yaftalasa da onu, bu sözleri yazabilmesiyle bile gerçek bir şairdir benim gözümde. 

24 Şubat 2014 Pazartesi

Doksanlar pop


     

   90'ların meşhur şarkı ve şarkıcılarına rastlayınca eski arkadaşlarımı görmüş gibi seviniyorum. Garip ama o zaman hangi ruh haline bürünüp dinlediysem anında ona geçiyor modum. Çoğunlukla hüzün oluyor bu, nedense, en fazla ilkokul çağındaki bir çocuk ne anlıyorsa artık. Mesela Ateşle Barut'u dinlerken "nasıl yanyana durmuyor, ne oluyor ki" gibi düşünceler geçiriyordum içimden oysa şarkıya pek manalı manalı eşlik ederken... :) 


Bu arada Oktay Kaynarca'nın pek bir genç olduğu yıllarmış. O yanındaki kadın kim acaba...diye düşünürken yorumlardan anladığım kadarıyla Defne Samyeli'ymiş!

10 Şubat 2014 Pazartesi

Yeşil peri gecesi



   Güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadının hayattan öç almak için soyunmasıyla başlayan bir düşüş hikâyesidir Yeşil Peri Gecesi. Modern toplumun ikiyüzlülüğüne, geleneklerin, alışkanlıkların zorbalığına direnen, "farkına varmış" ve bu nedenle acı çeken bir kadının, annesiyle hesaplaşamayan bir kız çocuğunun, okuyanı rahatsız eden ve belki de bu nedenle elinizden bırakamayacağınız öyküsü. Cumhuriyet elitlerinin düşkün kuşakları ile orta sınıfın can çekişen tutunamayanlarının karşılaştığı trajik bir karnavala dönüşen kapak kızının romanı, toplumun ve bireyin ruh haritasını en ince ayrıntısına kadar resmeden Ayfer Tunç'un güçlü anlatımıyla Türkiye'nin çürüyen yüzüne de ayna tutmaktadır.(Tanıtım Bülteninden)

   Okuduğum ilk Ayfer Tunç kitabı ve kesinlikle son olmayacak. Ara ara okuduğumu zannederken ben bir çırpıda bitiverdi, daha yeni alınmış oyuncağımı oynarken kırmış gibi ellerim boş şimdi. Bir yerde gözüme çarpmış olmalı ki okunacaklar listemdeydi ve bir iddia sonucu da benim oldu :) . Instagram'da paylaşmıştım fotoğrafını geldiğinde ve "efsane kitap" türünden bir yorum almak hem sevindirmiş hem de korkutmuştu beni çünkü zaten belli bir beklentiyle girdiğim bu süreci bozacak bir şey olsun istemiyordum. E olumlu bir eleştiri işte bu aksine beni motive etmesi gerekmez mi, derseniz orada işler biraz karışık. Bu tip yorumlar bana genelde fazla poh pohlanan, satışa çıkmadan adını herkeste duyduğum ve okunmuş kadar üzerine yorum yapılan balon yazar/kitapları anımsatıyor da ondan. Neyse ben yine de büyük bir iştahla oturdum okumaya. Açıkçası ilk sayfadan beni kendine bağladı diyemeyeceğim. Konu bilindik Türk filmlerinden olsa gerek temkinli yaklaştım başlarda fakat ne bir avamlık ne de kolaya kaçma, klişelere boğma adına bir şeye rastladım. Bu da beni oldukça sevindirdi çünkü her zaman yaptığım gibi üzerinde fazlaca düşünülüp de okumaya karar verdiğim bir kitaptı. Yalnız bu kendimi yoklama durumu elli sayfaya kadar ancak sürmüştür, sonrasında olayların içine girdiğimi hissettim ve kendimi unuttum. Artık ben yoktum otuzlu yaşlarında kendiyle hesaplaşmalara giren, bilmediğimiz, az sonra anlatacağı, birtakım işlere bulaşan, zaman zaman gençliğine bazen de çocukluğuna gittiğimiz güzel ama çok güzel bir kadın vardı. (Şimdi farkettim de, aslında okumadan önce de duymuştum ama unutturmuş yazar, bu kadının adı yok romanda, geçmiyor ve bunu farketmemişim bile...) Zaman aslında ilerliyor hikayede ama nasıl ki normalde biz de çağrışımlarla geçmişe dönüyorsak, burada da o günlere gidiyoruz yeri geldiğinde. 
   Kitabı elime aldığımda, aslında pek çok şeyi, evirir çevirir, bakıp incelersiniz ya ilkin işte burada beni daha önce rastlamadığım güzel bir sürpriz bekliyordu: En arkada, notlar kısmında birçok şiir, şarkı ve filmden alıntılar. Bu kadar mı denk gelir, hemen hepsi de çok sevdiğim şairlerden; Cemal Süreya, Özdemir Asaf, Edip Cansever, Turgut Uyar...Daha da güzeli bunlar sadece alıntı olmakla kalmamış, hikayenin içine yani hayatın içine yedirilmişti. Zaten bizim gördüğümüz bize göre sonuç, onların yaşadığıysa sebep değil miydi?..
   Bu yılla birlikte artık beğendiğim kısımları not alma alışkanlığıma kavuşayım derken, bunda da başarılı olamadım çünkü neredeyse her sayfada bazen her satırda kaydetme isteğiyle dolup taştım. Sanki onları ben de düşünmüştüm ama söyleyememiştim. Aslında aklımda var olanı yazar cümlelere dökmüştü. Bu yüzden de daha çok sevmiş olabilirim.
   Ekşisözlük yazarlarının alıntıladığı benim de sevdiğim satırlardan bazılarıysa şunlar:

bizde itiraf yoktur.
bizde itiraf eden huzur bulmaz.
bizde itiraf demek, suçumuzun her bir ayrıntısının hücrelerimize yapışması demektir.
biz itiraf edersek unutamayız.
biz oysa unutmak isteriz, olmamış gibi yapmak.
biz mecbur kalırsak tövbe ederiz hemen ardından unutmak için, suçumuzu da öyle fazla sayıp dökmeden üstelik. (allah biliyor nasıl olsa, ayrıntılarla onu meşgul etmeye ne lüzum var?)
bizim tarihimiz unutarak gömdüğümüz günahlarımızın tarihidir. kurcalayıp durmayın. eski defterleri açmanın ne faydası var canım?
biz dolaylı insanlarız, bizde yalanlar ve gerçekler arabesk motifler gibi iç içe geçer.
bizim milli ikilimiz suç ve ceza değildir.
bizim milli ikilimiz suç ve nisyan’dır.

süleyman amcanın elinde en uyumlu milli ikilimiz vardı. rakı şişesiyle kehribar kavun.”


"hayatta ben en çok babamı sevdim. ben ali'de babamı aradım. sonra babam yaşındaki adamlarda ali'yi aradım. babamda eski babamı aradım. bu zincir böyle giderken osman bende annesini aradı. ben kendimi annesiz hissettiğim için anne olmaya korktum. benden iyi bir anne çıkmamasından, kendi parçamdan yaratacağım varlığın, sefillikte beni geçmesinden korktum. doğurmadım. ama osman'ın annesi oldum. osman'ın annesi olduğum anlar bir sonraki güne uyanmama yaradı.

ezcümle, herkes varlığındaki boşluğu doldurmak istiyor. dolduramadan ölüyor. ama uğraşma boşuna, o boşluk dolmaz! varolmanın boşluğu o! dolsa biz, biz olmayız!"


"başka türlü olamazmıydı?"
soru eki mi bitişik olmalı. ayrı yazarsam gözüne batar. scotland yard'da filan mesleki görgü bilgi artırma kurslarına katılmış, kendisine lazım olan ingilizceyi iyi kötü kıvırmıştır uluçmüdürüm. ama türkçesi zayıftır. hem köküne kadar milliyetçidir bunlar, hem kendi dillerini bilmezler. ayrı yazarsam cümlede bir tuhaflık olduğu hissine kapılır. anlam yerini bulmayabilir. eğer dilbilgisi sağlamsa (değildir ya) hoşlanmaz. bu türden iktidarlı ilişkilerde kadınca marifetlerin dışında, kadının erkekten daha iyi bildiği bir şey olmamalıdır. olsa bile kadın asla belli etmemelidir. iktidar her yerdedir, her andadır. sözcüğün içinde, anlamın kenarında, doğasında, dilbilgisinin ayrıntısındadır.


   Gördüğünüz gibi bu kadarcığı bile okunduğunda öncesini, sonrasını, kalanını merak ettiriyor, ardında neler yatıyormuş meğer, diyorsunuz. Hayatın içinden, her gün gördüğümüz, damgaladığımız, hayran olduğumuz, gözlerimizi kaçırdığımız insanların hayatlarını, ruhunun arka sokaklarını öğrenmeye hevesliyseniz tam size göre. İyi ki kitaplar var! 

   Can yayınları kapak tasarımını değiştirmiş, romanımız da bundan nasibini almış elbette; ilk resim eski, ikincisi yenisi. Yeniye ilk planda geri duran ben baştan beğenmesem de bitirdikten sonra hikayenin vuruculuğunu yansıtması açısından başarılı buldum.
   

9 Şubat 2014 Pazar

Geçmiş zaman olur ki



      Bazı insanların ne olduklarını tahmin edemezsiniz; nereden gelip nereye gittiklerini de hayat yolunda... 
   
   Altı yıl öncesine gidelim şimdi; soğuk laboratuar mahzenine, Anadolu yakasının en güzel üniversite kampüsüne hem de. Birinci sınıfız daha ama dönemi yarılamışız. Konuşmayı oldukça seven hatta konuşmadan duramayan tatlı bir kadın asistan bir şeyler gösteriyor bize, birazdan uygulayacağız. Bu işlerde birtakım teknikler vardır efenim beheri şöyle sallayacaksın bilekten, tıpkı perküsyonda ses çıkarabilmen için yaptıkların gibi falan... Deney tüpüyle uğraşımızı verdikten sonra pamuk kapatmak gerekiyor ağzına fakat işte öyle bir teknik ki tabiki ilk seferde başaramadığın ama yıllarca uğraşırsan da su içmek gibi oluveren, yüzükle serçe parmağın arasında steril tutman gerektiği... Dediğim gibi beş kişilik grupta hiçbirimiz yapamıyoruz o an bunu. Vee geliyor muhteşem benzetme "Allah dağına göre kar verirmiş." Ne alaka demeyin! Bulunduğumuz fakültede neredeyse değişmez kural olan öğrencilerin %80 inin Tıp isteyip de olmayınca geldikleri bölümdeyiz çünkü ve bu işlem sonucunda orada da beceremeyeceğimize kanaat getiriyor, görüyor ki ona göre burada olmamız isabet olmuş :).

7 Şubat 2014 Cuma

Umut




Diyorlar bunun adına hep bir şeyleri umarak, bekleyerek yaşıyoruz. Yaklaşık bir yıldır sevdiğimin nöbetleriyle benim vaktimin uyuşmasını bekliyorum, çoğu zaman olmuyor. Bundan vazgeçip onun zamanının artmasını umuyorum, hevesle beklediğim konserler yamacıma gelsin diye bekliyorum, Oscar'a aday filmler şehrime gelsin istiyorum, başvurular yapıp sonuçlarını bekliyorum, istediğim uzmanlığı bulacağımı umuyorum. Umut ediyor bekliyor, ulaşıyor, hayal kırıklığı yaşıyor yine bekliyor yine umuyorum zaman geçiyor...

30 Ocak 2014 Perşembe

Denizde dans



Abartılı haller dışında ki bu çok istisna bence, ünlülerin toplumu bilinçlendirme, bir konuya dikkat çekme gibi bir sorumluluğu olduğunu düşünenlerdenim. Ne yazık ki bazen, iki kişinin söyledikleri aynı olsa da bildiğimiz, güvendiğimiz, tv'da sıkça gördüğümüz kişilerin ağzından çıkanlar daha etkili olmakta. Yunus örneğinden yola çıkarak tüm hayvanların yaşam alanlarında özgür bırakılmalarını destekliyorum. Bu filmden haberdar değildim ve içindeki bazı bilgilerden de. Burayı takip eden bir Dost'umun ricasıyla izledim ve bilgilendim, kendisine teşekkürlerimi sunarım. :) 



Barış abi


   
   Özlemişim Barış Manço'yu. Açtım şarkılarını hemen; o her zaman duyduğumuz, bildiğimiz değil de böyle şarkısı da mı vardı, diye inceden hatırladıklarımızı dinlemek istedim. Ölüm yıldönümü yaklaşmışken acısı içime doğmuş olsa gerek...Mayıs ayında çıkan İmza:Karın kitabında eşinin ona yazdığı hüzünlü bir mektup da bulunmaktaydı ve bu kitapta yer almayacağım İmza serisinin üçüncüsü İmza:Ben şubat sonu gibi çıkacak, hatırlatmakta fayda var. 

26 Ocak 2014 Pazar

Persona


                                                  
 Bilinçakışımı durdurmasın diye karalama mahiyetinde yazdığım şekli daha samimi geldiği için değiştirmedim her ne kadar imla kısmı beni rahatsız etse de,affola...

   Yıl 2008 olmalı adını ilk duyduğumda.benim için çok da umut vaad etmeyen sıkıcı filmler kategorisinde anlatıldığında fazla ilgimi çekmemişti açıkçası.sonradan geliştirmek istediğim sinema izleme/anlama potansiyelime faydası olsun diye ve izlemeden ölmemem gerektiği kafama yıllar içinde kazındıkça bugünkü cesareti bekledim hep.meğer anlatıldığı kadar sıkıcı,donuk,anlaşılmaz değilmiş. ya da hep savunduğum tam zamanıymış.hem bilgisel hem de duygusal altyapımın tamamlanması gerekiyormuş.
   
  bugünlerde psikiyatri stajını alan ev arkadaşımla, bir sınavı daha atlatmış olmamın verdiği yorgunluğa ödül olarak izlemeyi teklif ettim ki kendisinin sinema bilgisi üst düzeydedir. kanayan yaram psikiyatriye tuz basmamasını umarak izlemeye koyulduk.
   
   o nasıl bir filmdi öyle.bir kere bana anlatılandan çok farklıydı.ilk dakikadan itibaren konusuyla, beni içine aldı.gitgide, filmin içine girdiğimi hissettikçe de neler olacağını merak edip durdum. 1966da tabii siyah beyaz çekilen filmde, topu topu 4 oyuncu var, belki bu da dikkatimizin dağılmamasında etkendir diye düşünüyorum.
   
  başlarken,biterken ve aralarda yönetmenin koyduğu birtakım imgeler var bunların da bazılarına anlam veremedik, en son cevaplandıramadığımız için içimizin içimizi yediği şey de budur bir an Bergman'a da soramıyoruz ki adam artık yaşamıyor raddesine geldik neredeyse. zaten yönetmen sanki kafamızda sorular dönsün, kesin cevap bulamayalım diye çekmiş bu filmi.belki de güzelliği buradadır diye düşündük hatta bu kült filmin.

   hastaneye genç,güzel bir kadın yatırılıyor-psikiyatri kliniğine. aktris Elizabeth Electrayı oynarken birden susuyor, sonra gülmeye başlıyor fakat o günden sonra da hiç konuşmuyor. kendisiyle ilgilenmek üzere bir hemşire, Alma görevlendiriliyor. A. ilk günlerde ne yaptıysa konuşmayan E. le A.yı doktor yazlık evine gönderiyor. zaman geçtikçe birbirine ısınan iki kadın E. konuşmamasıyla günlerini geçiriyor lakin A. bir akşam içerken E.e içindekileri dökmesiyle farklı bir boyut kazanıyor. A. de anlam veremiyor daha yeni tanıdığı bu kadına güvenip adeta içindekilerin ağzından çıkmasına, onun için ne denli önemli, içini yiyen bir kurt olduğuna. ertesi gün E. dr.a mektup yazıyor bunu da A. dayanamayıp okuduğunda kendisinden bahsettiğini görünce E.e olan güveni sarsılıyor. içinde ona karşı öfke, nefret, hırs birikiyor ve gidip bunun öcünü almak istiyor. E. yine sessizliğini bozmadan A.ysa monologlarına devam ediyor. belki de karşısındakinde tanıyor kendini... yönetmen bu aşamadan sonra kişilik bölünmesini gerek çekimleriyle gerekse oyunculukla öyle güzel veriyor ki bunu yaşayan insan çıldırmaz da ne yapar diye soruyorsunuz kendinize. bu gibi soruları psikiyatri stajını alırken de sorduğum için belki de birçok insanın kastettiği yıkıcı olmaktan çıkıyor film benim için. Filmi izlerken E.in bölündüğü karakter A.oluyor fakat bittiğinde düşünüyorum, Alma'nın içindeki bu güzel, yetenekli kadın olma isteğini E.i görünce bilincine gelip onu adeta parçalamak, yok etmek isteğiyle dolup taştığını gösteriyor da olabilir...Biz de öyle yaptık zaten film bitti, belki bir film süresi daha konuştuk, nette de gezindik, düşündükçe okudukça başka başka yerlere gittik, başka ayrıntıları fark ettik. Katman katman çözüldüğünü hissettikçe daha da büyüdü film gözümüzde, iyi ki izlemişiz dedik. 
   
   Tavsiyemdir, "ne anlatıyor"dan çok "nasıl anlatıyor" u görmek için, söylenmeyenleri hissetmek, belki de kendinizde farkedemediklerinizi görmek için!

19 Ocak 2014 Pazar

Yeni yeni...



Bir arkadaşım paylaşınca dinledim bu şarkıyı, konserlerinde söylememişlerdi oysa ne güzelmiş. Sahi biz eskiden nasıl öğreniyorduk şarkıları, farklı müziklerden nasıl haberimiz oluyordu? Şimdi her dakika içinde olduğumuz sosyal ağlarla da örülmemişti o zaman etrafımız halbuki...



                                                     2012 İzmir Kitap fuarında çektiğim Kürk Mantolu Madonna'yla S.Ali

   Yeni yıl bereketli geldi. İlk günlerde aylardır sürüklenen romanımsı kitabımı bitirip başka bir kitaba da "okundu" tikini atmış oldum. Hiç aklımda olmayan, bir arkadaşın elinde gördüğüm bunu da okumam gerekiyor dediğim bir kitapla; Sabahattin Ali-Kuyucaklı Yusuf ile.

   Yazarla ilk tanışmam Narçiçeğimin bana hediyesi Kürk Mantolu Madonna ile olmuştu. Çok severek okursun, hala okumadıysan okumalısın, dediği kitaptan gerçekten de umduğu tadı almıştım. Bir kitapsever olarak sanırım nadirdir birine önerdiğiniz kitabın değerini bilerek ya da aynı hazzı alarak okumak... İlk fark ettiğim 1930'lu yıllarda yazılmış fakat günümüz diline oldukça yakın oluşuydu. Bu anlatım dilinin sadeliği Kuyucaklı Yusuf'ta da ön planda. Konuya gelirsek, ailesini küçük yaşta kaybeden Yusuf'a kaymakam sahip çıkıyor ve bundan sonra babası bildiği adam ve ailesiyle şehir şehir dolaşarak büyüyor. Bu esnada kendini etrafa kabul ettirişleri, dönemin yaşayışları, insanların kontrolde tutmaya çalıştığı duygularını okuyoruz. Detaya girmek istemiyorum çünkü güzelliği ayrıntılarında... Defalarca "Bazı şeyler nasıl da hiç değişmiyor" dediğim hüzün dolu ama bir o kadar da keyifli ve merak uyandıran bir okuma süreci geçirdim. 221 sf'lık bu kitabı okumayı geciktirdiğim için de kendime kızdım. 

   Hiç adetim olmadığı halde şu paragrafı saklamak, ileride anımsamak üzere yazmaktan kendimi alamadım, umarım benim için de bir alışkanlık olur artık :) bu not alışlar...
   "...Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi önlerine ilk çıkanla evlenirler..."

10 Ocak 2014 Cuma

Bir süreliğine



   Var olacak bu yazı. Zamanı geldiğinde kendini imha edecek(etmemesi temennim tabii). Nereden nereye geldik biz, peki ya nereden nereye geldim ben?
Vuslata bir günden az varken, kalan saatleri saymak...Uyuyamamak...Yok yok bir an önce uyusam da zaman çabuk geçse demek...Yastığın köşesine sinen kokusunu bulmaya çalışmak... Benim yapacağım şeyler değildi bunlar, ne yaptın bana söylesene sevgili?

5 Ocak 2014 Pazar

Geç kalmış dilekler



   Yeni yıl coşkusu uyanırken içimde tarih aralık ayını gösteriyordu. Yine yeni zorlu bir staja daha başlıyorduk. Biraz olsun uzaklaştım olan bitenden, ne kadar olabilirse. Nihayet bitebildi; geçtim diyebilmenin güzelliğiyle. Sonra bir başkası başladı, hafiflemiştim, derken yine sınav vakti geldi çattı günlerden 31 Aralık'tı. Nöbet arası kısacık görüşebileceğimiz sevdiğimi bulmuşken dışarıda güzel müzik eşliğinde bir yemek yiyelim dedik. Meğer bir düğün yerine gitmişiz bilmeden, fiyasko! Birbirimize sesimizi duyurmaya çalışırken girmişiz yeni yıla, tüm yorgunluklarımızı atamadan ama Leyla Leyla  :) .

   Hal böyle olunca dileklerimi bir bir yazmak bugüne kaldı. Tutup da kuş kondurmayacağım elbet ama yazarsam daha bir gerçek olacak sanki kafamdakiler yoksa uçup gidecekler...

   Her şeyin başı sağlıkla,
   Evimdeki huzurun eksik olmadığı,
   Güzel anlarımıza nazarların değmediği :)
   Umutlarımı yitirmediğim,
   Hayallerimin yıkılmadığı,
   Bol kitaplı, filmli, konserli, gezmeli,
   Kendime yakışan uzmanlığa karar verebildiğim,
   Bol sürprizli,
   Üzerimdeki ataletten çabucak sıyrılabildiğim,
   Sevdiğimin nöbet listesinin bana da uyabildiği,
   Yazmaya daha çok vakit ayırabildiğim,
   Mesleki beceri,deneyim ve başarılarımın arttığı bir yıl olsun. Ayrıca ülkemde olan bitenleri görüp de uyanmayan insan kalmasın, güzel günler görmemiz için çok geç olmasın!
 

4 Ocak 2014 Cumartesi

Aşk ve sanat

   


   Belgradlı Marina Abramovic ve Alman Uwe Laysiepen adlarında iki sevgili, 1980 yılında geliştirdikleri ortak bir projeye göre Çin Seddi’nde karşılıklı olarak yürümeye başlayacak ve tam ortada buluşup evleneceklerdi. Çin Hükümetinden izin alabilmeleri sekiz yıl sürdü. Ama bu sekiz yıl içinde ilişkilerini bitirmeye karar verdiler. Proje biraz değişti: performans sonunda evlenmeyecekler, ayrılacaklardı. İkili, doksan gün süren yaklaşık iki bin kilometrelik yürüyüşün ardından ortada buluştu ve ilişkilerini bitirdi.”  (Bilmeniz Gereken 50 Çağdaş Sanat Çalışması, TEMPO, Ocak 2011)

   Kendimi o kadar da kültür sanat takipçisi diye bilirim ama belki de yüzyıla damgasını vuran bu olaydan yeni haberdar olduğumu utanarak yazıyorum. İki sanatçı düşünün, iki sevgili aynı zamanda, birbirlerinden beslenen. Birbirinden ilginç projeleri, sergileri olan. Günün birinde ayrılık ve akabinde de yine yaratıcılıklarının konuştuğu bir kavuşma sahnesi. Beklenenin beklenmedik zamanda gelişiyle canlanan duygular...Gözyaşlarıyla izledim; neden ayrılık, neden onca yaşanandan sonra bir çırpıda silmek hala izleri tazeyken?..diye sormaktan kendimi alamadım.

Belki de hiç yaşanmadı böyle bir şey baştan sona kurguydu... İlla yaşananlardan mı etkileniyoruz yoksa bizi etkileyenleri mi sahneliyorlar bize yaşantılayarak? Ama ya hislerimiz? En azından onlar gerçek öyle değil mi... Zaten sanat değil miydi ki insanı birbirine yaklaştıran, başkalaştırıp olgunlaştıran, içinde kendimizi gördüğümüz bir dipsiz kuyu; başka söze ne gerek var...

1 Ocak 2014 Çarşamba

Dönmek üzere...



Bir uğradım, şimdi gitmek zorundayım, en kısa zamanda döneceğim buraya, şu kemiklerin işini bitireyim de :)
Yılbaşında şöyle kulaklarımızın pasını silen fasıl havası yaşayamadığımızdan olsa gerek aklıma düşeni dinleyelim bu sırada.